Le
Corbusıer (Lö Korbüzye) (1887-1965)
Anılarımda, Le Corbusier’den sıkça söz edip
ondan alıntılar yapacağım.
Yirminci yüzyılın Modern Mimarlığının en
önemli yaratıcılarından olan bu mimar, şehirci, resam, teorisyen ve yazar;
adeta bir Rönesans adamı gibi çok yönlü bir sanatçıydı.
Osmanlı-Türk mimarlık ve şehirciliği, onun
eğitiminde önemli bir yer tutar.
1911 yılında, 24 yaşındayken, bir arkadaşıyla
birlikte çok ilkel ve zor koşullarda Edirne, İstanbul ve Bursa’yı ziyaret eden
Charles Eduaord Jeanneret, ki sonradan 1930 yılında adını Le Corbusier olarak
değiştirecektir, bu şehirlerdeki mimari eserleri çok iyi bir gözlemle
inceleyip, onların maddesel varlıklarının arkasında yatan soyut özsel
değerlerini tümdengelim yöntemiyle açığa çıkarmıştır.
Le Corbusier, akademik anlamda okullarda
mimarlık ve şehircilik eğitimi görmedi ve her konuyu kendi kendine öğrendi.
Le Corbusier, eğitimi birtakım donmuş
üsluplar, klişeler ve reçetelerle yaptıkları ve öğrencilerine yenilikçi,
yaratıcı, çağdaş ufuklar açamadığı için Akademilere karşıdır.
1948 yılında, İstanbul’a ikinci kez
geldiğinde, onu rıhtımda, GSA Mimarlık Bölümünden Halit Femir’le bir grup
öğrenci karşılar ve Akademi binasının yanmış olduğu haberini verirler, bunun
üzerine;
“Akademi yandı mı? Oh olsun, Akademi yanmalıydı,
Akademi zihniyetini kovun” şeklinde şaka yollu görüşünü bildirmesi ilginçtir.3
Resme karşı olan yeteneğinden dolayı 14
yaşında sanat eğitimi almış, mimarlığı da gezerek, mimarlık eserlerini yerinde
inceleyerek ve Avrupa’daki bazı iyi mimarlık bürolarında çalışarak öğrenmişti.
Ülkemizde incelemiş olduğu eserlerden
etkilenip yorumlar yapmış ve onlardan XX. Yüzyıl Modern Mimarlığının önemli
teorilerini çıkartmıştır.

Le Corbusier 1887-1965 Time, May 5, 1961.
Bunları, 1923 yılında yayımladığı ‘Vers Une
Architecture’ (Bir Mimarlığa Doğru) adlı kitabında yer vermiştir.
(Türkçeye çevirisi Serpil Menzir tarafından
1999 yılında yapılmıştır. Y.K.Y.)
İkinci kitabı olan ‘Urbanisme’i (Şehircilik)
1925 yılında yayımladı. Bu eserinde de Modern Şehircilik tasarımını ‘Güneş,
Ferahlık, Yeşillik’ kavramları üzerine kuran Le Corbusier, örnek şehir olarak
da İstanbul’u gösteriyor; ama unutmayalım ki 1911’in İstanbul’unu!
İstanbul’da kalmış olduğu 5 Temmuz - 21
Ağustos 1911 arasında sadece mimarlık eserlerini incelemekle yetinmemiş fakat
Türk insanını da yakından tanımış ve sevmişti; bunu çeşitli yazılarında ifade
etmişti.
Le Corbusier bu gezisindeki gözlem ve
izlenimlerini 1965 yılında yayımladığı ‘Le Voyage D’Orient’ (Doğu Yolculuğu)
adlı kitabında detaylı ve güzel bir şekilde anlatır. İlerde yazacağım alıntı ve
göndermeler başlıca söz konusu üç kitaptan yapılmıştır.
Ben, ne yazık ki, Le Corbusier’nin
fikirleriyle çok geç tanıştım: İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki 1949-1953
arasındaki beş yıl boyunca hocalarımın hiçbirinden bu adı duymadım; sadece
ondan değil, XX. yüzyılın başından beri dünyada coşkulu bir heyecanla gelişen
Modern Mimarlık ve onun diğer yaratıcılarından da bize hiç söz edilmedi;
nedenini daima merak ederim!
Le Corbusier’nin mimarlığı kendi kendine
öğrendiği gibi ben de başta bu dahi mimar olmak üzere Modern Mimarlığı ve
ustalarını kendi kendime kitap ve dergilerden, eserlerini yerinde inceleyerek,
ünlü Modern Mimarların bürolarında çalışarak ve diğer yollardan öğrendim.
Le Corbusier’ye olan hayranlığım, onun Türk
insanına ve mimarlığına olan ilgi ve sevgisini öğrendikten sonra daha da arttı
ve uzun araştırmalar sonunda yazmış olduğum ‘Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık
ve Şehirciliği’ kitabımı ODTÜ, 1983 yılında yayımladı. 1991 yılında da ikinci
baskısı Türkçe ve İngilizce olarak çıktı ve bir süre önce de Fransızcayla
birlikte üç dilde yayınlandı (2005); dolayısıyla Türk mimarlığının değerlerini,
Le Corbusier’nin bakışlarıyla uluslararası platformda tanıtmak imkanına
kavuşacağım. Kitabım O’nun şu sözleriyle başlıyor:4
“Herşey beni Türklere ayrıcalıklı bir yer
tanımama yöneltiyor. Onlar nazik, terbiyeli ve ağırbaşlıydılar; çevrelerindeki
varlıklara saygı duyuyorlardı. Mimarlık eserleri muazzam, güzel ve görkemlidir.
Öylesine birlik, öylesine zaman ötesi, öylesine bilgelik!”
1948 yılında, kendisini Paris’teki atelyesinde
ziyaret eden Şemsa Demiren’e şunları söylüyor:5
“İstanbul’u gayet iyi tanıyorum, son gelişim
eski rejim zamanında, yani epeyce eski olduğu halde orada gördüğüm güzellikler
hala gözümün önünde. İstanbul’un çehresini hatırlatan acele ile çizilmiş
krokileri hala saklıyorum. Yeni Cami ve Fatih Camisi’nin silüetini gayet iyi
hatırlıyorum. Ne güzel renkli ve canlı bir şehriniz var. Son gördüğüm Türk
kadını çarşaflı ve bizim şarklı dediğimiz sır içinde idi.
Eğer hayatımın en büyük gafı ve en büyük
taktik hatası Atatürk’e yazdığım mektup olmasa idi, bugün büyük rakibim Proust
yerine güzel İstanbul şehrinin imarıyla ben uğraşacaktım.
Bu mektupta, inkılap yapmış bir milletin en
büyük inkılapçısına İstanbul’u eski hali ile asırların tozu toprağı ile
bırakmasını tavsiye ediyordum. Ne büyük hata yaptığımı sonradan anladım”.
Gerçekte ise Atatürk’e 1933 yılında Paris’teki
büyükelçiliğimiz aracılığıyla göndermiş olduğu mektup ve kitaplar, bürokrasi
engeline takılmış ve asla Atatürk’ün haberi olmamıştı. Bu durum ilgili
kurumlarda yapmış olduğum araştırmalar sonucunda elde ettiğim dökümanlarla
ortaya çıkmıştır.
Le Corbusier’nin, İstanbul’u eski hali ve
asırların tozu, toprağı ile korumak önerisi çok nostaljik olarak
değerlendirilebilir; fakat onu neredeyse tümüyle yıkıp bu günkü perişan hale
getirdikten sonra ‘ne yaptık? diye düşünüyoruz. (Burada Bernard Show’un bir
sözünü hatırlıyorum:6
“Bir işi yapmadan önce düşünmeyen yaptıktan
sonra düşünür”.
O’nun İstanbul’u, surlarla çevrili olan tarihi
yarımadaydı; onu restore edip koruyup yaşatabilirdik.
Benim, 1940’ların İstanbul’umun, Le
Corbusier’nin 1911’deki İstanbul’undan çok farklı olmadığını anlıyorum.
Eminönü’nden tramvayla Topkapı’ya giderken, bazı yerlerde tramvay ahşap evlere
o kadar yakından geçerdi ki, cumbalar arkasındaki insanlar rahatça
görülebilirdi.
Le Corbusier, İstanbul’a ait çok sayıda
krokiler çizmiş, suluboya resimler yapmıştı. Yıllar sonra onlarla hasret
gidererek şöyle der:
“İstanbul’u çizdiğim resimlere baktığım zaman,
kalbimi bir sıcaklığın kapladığını hissederim.”
“Tanrı’nın sevdiği kulları genç ölenlerdir.”
Bu güzel özdeyişin anlatmak istediği şudur: Tanrı, sevdiği kullarını üstün
yeteneklerle donatır. Bu insanlar, yenilikçi ve yaratıcılıklarıyla daima
gençtirler ve öldükleri zaman, hangi yaşta olurlarsa olsunlar genç ölmüşlerdir.
Le Corbusier bu anlamda, 78 yaşında ve ardında
dünyanın çeşitli ülkelerinde çok sayıda öncü eserler bırakarak genç öldü.
Yunanlı mimarlar, Akropolis’in toprağından
sembolik bir miktarın onun mezarına konmasına karar verdiler.
Hint’liler ise, küllerinin kutsal Ganj
Nehri’ne serpilmesini istediler.
O kadar övdüğü Türk insanı onun için ne yaptı?